1980 Sonrası Kapitalizminin Sonu mu Geliyor?

Konuşmasına kriz dinamiklerinin analizi ile başlayan Prof.Ahmet İnsel’e krizin başında olunduğunu ve krizin dip noktasınin, boyutunun ve  nereye gideceğinin ise krizle ilgili neler yapılacağı ile bağlantılı olduğunu belirtti. Gene de önümüzde son 1-1,5 yıldır olgunlaşmakta olan malî krizin mal ve hizmetler sektörüne etkisi açısından sadece 2.ayını yaşadığımız krizin, en azından 1,5-2 senelik kritik bir dönem olduğunu vurgulayan Prof. İnsel, 1929 krizi ile bir karşılaştırma yaparak, bazı noktalara dikkati çekti. 

Herşeyden önce 20.yüzyılın başındaki krizde, devletlerin elinde para politikaları olmadığını ifade eden İnsel,  dikkat edilmesi gereken bir hususun da, monetarist politikacı Milton Friendman’ın yetiştirdiği kuşakların, deflasyon ve resesyon ile mücadelede donanımlı  olmaması olduğunu sözlerine ekledi: “İktisadî alanda en tehlikelisi fiyat düşüşleridir.  Henüz deflasyonist bir sürece girmedik, ama ihtimalimiz mevcut.  Herşeyden önce Merkez Bankalarının epistomolojik bir dönüşüme ihtiyacı var.  Barrack Obama’nın ABD Hazinesinin başına getirmeyi planladığı ekip, bu birikime sahip kişilerden oluşmakta.”

Kapitalizmin henüz sonuna gelinmediğini belirten İnsel,   aslında bu tür değerlendirmeleri birkaç kuşak sonrasının adlandırdığını ama tarih içinde homojen bir yapı sergilemeyen kapitalizmin 1980 sonrasında neo-liberalizme dönerek başıboş bırakılan piyasa ekonomisinin giderek toplumu bir piyasa toplumuna dönüştürerek insanî ilişkileri piyasalaştırdığını kaydetti: “2.Dünya Savaşı sonrası zımmî bir anlaşma ile devletin sermaye kesimi arkasında destekleyici olması, sosyal düzenlemeler yapması  konumu 1970’lerin sonunda Margaret Thatcher’ın “muhafazakar karşı-devrimi” ile toplumsal uzlaşma modeli ortadan kalktı.  Daha sonra ABD’de Reagan’ın seçilmesi ile benimsenen bu görüş, sınıfsal uzlaşmayı kırdı ve piyasa ekonomisinin dinamikleri tamamıyla serbest bırakıldı.    Sigorta sistemi örneğin, devletin dengeleyici unsuru ile çalışanların emeklileri, sağlıklıların hastaları desteklemesinden çıkarak bireysel emeklilik gibi kâr ve fiyatlandırma mekanizması ile malî piyasaları derinleştiren bir unsur oldu ve 1990’larda sosyal demokrat kökenli hükümetlerce bile sorgulanmadı.”

Ahmet İnsel neo-liberalizm bir kırılma ve yeniden yapılanma getirdiğini sözlerine ekleyerek, Galbraith’in vurguladığı gibi üretim dünyasında sermayedarların değil yöneticilerin hakimiyetinin yerini sermayedarların geri dönüşüne bıraktığının altını çizdi:  “Stock-option yöntemi ile ücretlendirmeler oluştu, yıllık kâr oranı normları 5-6 yıllık dönemlerde başarılı olsa da gerçekte firmaların altını boşalttı.  İçi boş zengin şirketler oluştu.  Tasarruf çöktü.  ABD gibi %70’i ücret tabanlı ekonomilerde bu orak hızla %60’lara geriledi.  Ayrıca, ücret olarak kazanamadığını, bireylere kredi olarak vererek bir kredi dinamizmi yarattılar ki bu da malî kapitalizmin üretim ve hizmetler sektöründeki kapitalizme hakim olmasını getirdi.”

Ahmet İnsel’e göre kriz bir yıkılış ama aynı zamanda yeni bir kuruluş.  ABD, İngiltere, Fransa, İtalya ve her ne kadar şimdilik Almanya’da Merkel’in direnişi söz konusu ise de, devletin ekonomiye müdahalesi ve şirketleri kurtarması gündeme gelecek.  Bir kurum diğerini kurtarıyorsa, bunun kurtardığı kurum üzerinde uzun dönemli bir hakimiyet getirmesi ve devletin artık piyasa ekonomisinde bir aktör olması kaçınılmazdır. Önümüzdeki dönemlerde malî piyasalara ciddi kurallar getirilecek ve ciddi bir dönüşüm yaşanacağını belirten İnsel,   “taraftar kapitalizmi” riskinin mevcudiyetine de dikkat çekerek  demokratikleşmenin derinleşmediği toplumlarda sistemi farklı yönlere götürmenin de olası olduğunu ifade etti.

Önümüzdeki dönemde sendikaların güçlendiği bir süreç yaşanacağı ve 2. Dünya savaşından 1975’lere kadar eşitsizliklerin göreceli olarak törpülendiği ve 1980’lerde terk edilerek, dinamizmin eşitsizliklerin artması üzerine oluştuğu ve ücret farklılıklarının 1:1000’lere ulaştığı  sürecin terk edileceği öngörüsünde bulunan İnsel,  zenginlerin zenginliklerinin aslında toplumsal olduğunun kabul edilmesinin ve bireylerin şahsî üretkenliklerinin de toplumsal üretkenliğin bir parçası olduğuna dair bir pencerenin açılma olasılığını vurguladı.

Prof. Ahmet İnsel, 2001 Krizi ile karşılaştırma yapıldığında, krizin merkezinde olmadığımızı ve hükümetin krizde sorumluluğu olmadığını vurgulayarak, krizin içinde yaşanacak senelerin acı olabileceği ve sancılı ve uzun süreli bir yetki devri döneminin olabileceği uyarısını yaptı.  Dünya tarihine “Büyük Kriz” olarak geçecek bu krizin, bazı dönüşümleri de beraberinde getireceğini belirtti:  “Herşeyden önce Batı Merkezli düzen kalkacak, yeni bir Bretton-Woods gündeme gelecek ve bunun sonucunda Dünya Bankası ve IMF ya ortadan kalkacak, ya da fonksiyonları (Stiglitz’in vurguladığı gibi bir borç tahsil şirketi olmaları) değişecek.  Off-shore alanlar ortadan kalkacak, dünya üzerinde denetimden kaçma alanı kalmayacak.”

Türkiye açısından sendikacılığın yeni rolünün gündeme geleceği ve mevcut sendikal zihniyetin değişmesi gerekliliğini de vurgulayan Prof. İnsel, AB’nin dinamiğinin kırılması ile 10-15 sene sonra AB-Türkiye ilişkilerinin bir donma noktasına gelebileceğine dikkat çekerek, Türkiye’nin “Bize AB’yi nasıl zenginleştirebiliriz ?” diye sorması ve kendini sırf doğu-batı arasında bir  köprü olarak tanımlamaması gerektiğini belirtti.  Ayrıca ‘20lerin krizinden farklı olarak artık  insanların demokrasi ve eşitlik geleneklerinin daha güçlü olduğunu söyledi.

Prof. Dr. Ahmet İnsel’in konuşmasının ardından, yeni üyelerin tanıtıldığı KAGİDER Kahvaltı Toplantısı’nda, ödül alan üyelerimizden Pınar Kapralı Görsev ve Evrim Aras Sağıroğlu da başarılı çalışmalarından dolayı tebrik edildi.